Yine vakıf borçları hakkında

Azınlıkça dergisi
Sayı:34
Ocak 2008
İbram Onsunoğlu
İnsan 20 yıl önce dinlediği bir öyküyü belleğinde kaldığı ölçüde anımsayıp anlatmaya kalktığında özünde önemli bir yanlış yapmayabilir, ama kimi ayrıntılarında kaçınılmaz olarak eksik yerler bırakacak, belki istenmeyen küçük yanlışlara ve tahriflere yer verecektir.
Bu sütunda bundan iki sayı önceki yazım, Müslüman Cemaat vakıflarının bu yakınlarda bağışlanan ödenmemiş gelir vergisi borçları ve bunların nasıl oluştuğu ile ilgiliydi. Bu konuya ilişkin Cemaat eski başkanı rahmetli Hafız Yaşar’dan 20 yıl önce dinlediklerimi anlatmıştım. İnsanın geçmişe ait bir anlatımda anımsamadığı noktaları uydurma eğilimi vardır, hele bu geçmiş onlarca yıl gibi uzağa gidiyorsa. Ben de öyle yapmışım.
Vakıflara gelir vergisinin ilk kez 1975 yılında konulduğunu, ancak Maliyenin bunu tahsil etmeyi reddettiğini yazmıştım. Yanlış. Kilise vakıfları gelir vergisinden muaf iken, ayrımcı bir uygulamayla Müslüman vakıflarından gelir vergisi öteden beri alınıyormuş. Ne zamandan beri, bilmiyorum. Maliyenin vergiyi tarh ettiği halde tahsil etmeyi reddettiği ilk tarih 1971, 1975 değil. 1971’e dek vakıflardan varidat vergisi düzenli olarak tahsil edilmektedir.
Bunları nereden mi öğrendim? Yine kendi eski yazılarımdan. Hafız Yaşar’ın 1992’de ölümünden sonra Trakya’nın Sesi gazetesinde onunla ilgili bir dizi yazı yazmıştım, bunlardan bazılarının kopyelerini saklamışım, arşivlerimi karıştırırken elime geçti, oradan okudum. Vakıf borçları konusunda bir sürü ilginç ayrıntı var, o zaman taze olduğu için anımsadığım, şimdi unuttuğum bilgiler. Onun için 1993’lerde kaleme alınmış bu diziden ilgili kimi bölümleri aşağıya aktarmaya değer buluyorum. Böylece iki sayı önceki yazımda yaptığım bazı yanlışları da düzeltmiş olacağım.
... Azınlık sorunlarından bazıları, Yönetim tarafından uygulanan misillemenin ürünüdür. Bu kalıba girenlerden birkaçını gösterelim.
Bilindiği gibi, Yunanistan’da hayır kurumları gelir vergisinden muaftır. Azınlığın vakıf teşkilatları da hayır kurumlarıdır, dolayısıyla onların da gelir vergisinden muaf tutulması gerekiyordu. Ancak gel gör ki, ilgili yasanın özel bir hükmüyle, yalnızca Müslüman Azınlığa ait vakıflara mahsus olmak üzere gelir vergisinden muafiyet geçerli değildir. Böylece, her yıl Maliye tarafından vakıf gelirleri üzerinden vergi hesap edilmektedir. Geçen yılların ödenmemiş gelir vergileriyle birlikte 1992 yılında Maliyenin Gümülcine-Komotini vakıf emlakinden talep ettiği vergi 90 milyon drahmiye ulaşmaktadır. (Bu yakınlarda bu verginin 2006 yılında 24 milyon evroya ulaştığını -ve bağışlandığını- öğrendik. Ayrıca buradan öte gelir vergisinin de kaldırıldığı ilan edildi.)
Göz çıkaran bu ayrımın hiçbir zaman açıkça nedenlendiğini işitmedik. Öğreniyoruz ki, Türkiye’de de vakıf gelirleri böyle bir vergiye tabi imiş. Tabiî Rum Azınlığına ait vakıflar da. Ve Bura’da bizim Azınlığa özel olarak uygulanan bu önlem, Öte’de Rum vakıflarını da kapsayan genel bir yasal düzenlemeye karşı alınmış. “Göze göz, dişe diş” anlayışıyla. (Türk mevzuatında bu konuda gerçekte ne geçerlidir, bilgimiz yok. Bizim kulağımıza gelen haber ve bize yarım yamalak verilen bilgi böyle. Aşağıdaki yorum ve eleştiri bu bilgi gerçekmiş gibi kabul edilerek yapıldı.)
İşte bu olayda mütekabiliyet ile misilleme arasındaki fark ortaya çıkıyor. Mütekabiliyet, ikili bir anlaşmayla karşılıklı olarak tanınan özel bir hakkı, bir düzenlemeyi kapsar. Azınlık okullarındaki kitap meselesinde olduğu gibi. Türk Azınlık okullarına Türkçe ders kitaplarını Türkiye hazırlar, Rum Azınlık okullarına Yunanca ders kitaplarını Yunanistan hazırlar diye yapılan ikili anlaşma bir mütekabiliyet örneğidir. Misilleme ise, anlaşmasız olarak bir tarafın bir kötü davranışına karşı öbür tarafın aynısıyla veya daha kötüsüyle karşılık vermesidir. Vakıf gelirlerinin vergiye tabi tutulması gibi. Müslüman evkafının vergiye tabi tutulması bariz bir misillemedir.
Hatta misillemeden daha öte bir şeydir. İki kere misillemedir. Zira misilleme belirli bir kötü davranışa karşı aynısıyla karşılık vermekse, Burası’nın karşılığı (yani Müslüman Cemaat vakıflarını gelir vergisine bağlaması), Ötesi’nin davranışıyla (yani Ortodoks Cemaat vakıflarını gelir vergisine bağlamasıyla) aynı değildir. Aynı düzeyde ele alınamaz. Zira Öte’de bütün vakıf kurumlarını kapsayan genel bir uygulama söz konusu iken, Bura’da yalnızca Müslüman vakıflarını hedef alan bir önlemle karşı karşıyayız. Burası’nın önlemi bir ayrımdır ve katlama bir misilleme hareketidir. Ötesi’nin düzenlemesi ise ayrım değildir ve kendisine misillemeyle cevap vermeyi gerekçeli kılacak “kötü davranış” bile sayılamaz.
(Türkiye tarafından Yunanistan’dakine benzeri bir misilleme, örneğin, şu konuda yapılabilir: Yunanistan’da askerlik süresi 24 aydır, Türkiye’de ise 16 ay. Yunanistan’da azınlık bireyleri 24 ay askerlik yapıyor diye, Türkiye de ayrımcılık uygulayarak sırf Rumlar için askerliği 24 aya çıkarsa, vakıf vergisi işte böyle bir misilleme.)
Aynı misilleme anlayışı daha aşağıda tahlil edeceğimiz bir başka olayda –azınlık ortaokullarında hâlâ muhafaza edilen giriş sınavları konusunda da ortaya çıkmaktadır. (Zorunlu eğitimin 9 yıl olduğu Yunanistan’da 6 yıllık ilkokuldan sonra ortaokula giriş sınavsızdır. Ama iki Türk azınlık ortaokulunda ayrımcı bir uygulama olarak giriş sınavları vardır ve bu sınavlar 9 yıllık zorunlu eğitime engel oluşturmasına rağmen muhafaza edilmektedir. Giriş sınavları bir misilleme olarak konmuştur, Türkiye’de Rum azınlık ortaokullarına giriş sınavla olduğu için. Ama Türkiye’de ortaokula giriş sınavları genel bir uygulamadır ve onun için Rum Azınlığı aleyhinde özel bir ayrım değildir. Yunanistan’da ise ayrımdır ve misillemedir. Hatta misillemeden de öte bir şeydir, iki kere misillemedir.)
Misilleme uygulaması, Azınlığı sadece vatandaş olarak indirgemekle kalmamakta, aynı zamanda onu bir çeşit rehine düzeyine düşürmektedir.
Vakıfların gelir vergisine tabi tutulması, bu vesikalı ayrım ve misilleme uygulaması, her nedense, azınlık basınında ve başka yerde şimdiye kadar hiç işlenmemiştir. Ne de birileri tarafından şikayet konusu olmuştur. Bunun nedenlerini tahmin etmek o kadar zor değil...
Vakıflara uygulanan gelir vergisi olayı pek bilinmediğinden, hazır konuyu açmışken yorumlamaya devam edelim. Aşağıdaki bilgiler Gümülcine vakıflarından. Öbür vakıflarda neler olup bitiyor, bilgimiz yok.
Gariptir, her yıl Maliye vakıf varidatı üzerinden vergi tarh ettiği halde, bu vergiyi tahsil etmemektedir. Tahsil etmeyi reddettiği verginin karşılığında vakıf mallarına ipotek koymaktadır. Önceleri haciz kararı çıkartırdı. Sonradan hacizden vazgeçip ipotek uygulamasına başladı. Şu anda Cemaat vakıf emlakinin bir kısmı (sayısı kayıp) ipoteklidir. Bu gidişle yavaş yavaş tümü ipotek altına girecek.
Şu nokta vurgulanmaya değer: Vergi artık tahsil edilmemektedir, vakıf idaresi ödemediğinden değil, Maliye kabul etmediğinden. Ama muamele, vakıf idaresi ödemezmiş gibi yürütülmektedir. Maliye, gönderdiği yazılarla Cemaata sık sık borcunu hatırlatıp onu ödemeye çağırmakta, ödemeye gidildiğinde “daha emir gelmedi” diye vergiyi tahsil etmeyi reddetmekte, ama öte yandan borcunu ödemeyenlere uygulanan yaptırımlardan da geri durmamaktadır.

Tam “yabaniler için hikâyeler” (ιστορίες για αγρίους) kalıbına giren bir hadise. Hafız Yaşar anlatmıştı. Ayrıca Cemaat kâtibi Nazmi ile Müftülük basın sözcüsü A. Dede’nin bilgilerine başvuruldu.
Vakıflar idaresi 1971 mali yılına kadar tarh edilen varidat vergisini düzenli bir şekilde ödemektedir. O yılın varidatı için vergi beyannamesi sunulmaya gidildiğinde, mal müdürü şu bilgiyi verir: “Müslüman Cemaat evkafı buradan öte gelir vergisinden muaf tutulacaktır. Kilise emlakinin muaf tutulduğu gibi. Beyanname sunmanıza gerek yok.” Bu olaydan bir süre sonra Maliyeden Cemaate yeni haber gelir: “Gerçi vergiden muafsınız, ama yine de beyanname sunmanız gerekiyor.” Böylece o yıl için gecikmeli olarak sonradan beyanname sunulur. Vergi tarh ve talep edilmez. Bir yıl sonra yeni yıl için de aynı işlem yapılır. Ama bu kez vergi tarh edilmiştir, hem de geçen yılın vergisi ve faizi de eklenerek. Hafız Yaşar meselenin arkasını aramaya vilayete (Maliyeye) gider. Aldığı karşılık: “Bir yanlışlık oldu. Vergiden muafiyet yokmuş. Şimdiye kadar olduğu gibi vergi ödemeye devam edeceksiniz.” Tarh edilen vergiyi ödemeye gidildiğinde bu kez başka bir gariplik ortaya çıkar: “Bu vergiyi tahsil etmek için emir daha çıkmadı. Bekleyiniz, biliyorsunuz, sizin işler biraz karışık.” Hafız Yaşar işin peşini bırakmaz. Aldığı cevap: “Daha emir yok. Ne üzülüyorsunuz? Sizden vergi istemiyoruz işte.” Bir yıl daha geçer. Yeni vergi beyannemesi sunulur, tarh edilen vergi için maliyeden “gelin verginizi ödeyin” diye yazı gönderilir. Ödemeye gidildiğinde aynı yanıt verilir: “Maliye olarak bizim size borcunuzu ödeyin diye yazı göndermeye şeklî mecburiyetimiz var. Ama bu parayı tahsil etmek için emir yok. Siz benden daha iyi biliyorsunuz. Bu işlere başkaları bakıyor.”
Ama bir süre sonra Maliyeye olan vergi borçları ödenmiyor gerekçesiyle vakıflardan bir taşınmaz hakkında pat diye haciz kararı çıkar. Cemaat vakıflar idaresi başkanı Hafız Yaşar iyice telaşa kapılır. Kendisini şöyle yatıştırmaya çalışırlar: “Haciz, şeklî bir hacizdir. Cemaat haczedilen malını kullanmaya aynen devam edecektir. Merak etmeyin. Bizim zorumuz Ötesi’yle.” Hafız Yaşar’a kimse tatmin edici bir yanıt vermez. Koca Kapı’ya müracaat eder, bilgi ve tavsiye ister. “Bekle, biz sana bilgi vereceğiz” derler. Deyiş o deyiş.Yıllar geçer, Konsolosluktan bir ses çıkmaz. Vergi borçlarına karşılık olarak hacizlerin arkası gelir.
Sunulan vergi beyannamesi uyarınca her yıl Maliyece vergi tarh edilir. Bu vergi ödenmez. Bunun yerine vakıf malları birer birer haciz altına alınır. Hafız Yaşar’a seyirci kalmaktan başka yapılacak bir şey kalmamıştır. Maliye, “vergiyi tahsil etmek için emir yok” der, “bu işe başkaları bakıyor” diye gerekçe koşar, ama haciz koymaya, o konuda emir geldiği için besbelli, devam eder. Vilayet ve diğer yetkililer, “ne yapalım, Maliye de işini yapıyor, ama merak etmeyin, şeklî bir haciz söz konusudur” diye avutmaya çalışırlar. Ancak hiçbiri şeklî hacz ile maddî haciz (!) arasındaki farkı izah etmez. Koca Kapı “bekle” demiştir, beklenir, ses çıkmaz, ama gelişmeler beklemez.
Bir ara hacizden vazgeçilir, ipotek uygulaması başlar. İpotek, daha yumuşak bir önlemdir ve bugüne kadar devam etmektedir.
Hafız Yaşar elllerini havaya kaldırmıştır. En önemlisinden en önemsizine kadar bütün azınlık meselelerinin Yunan-Türk girdabına sürüklendiğine bir kez daha şahit olur. Ötesi’nden “Yunanistan’ın vakıflara dokunacağı varsa göreceği de var” mesajını dolaylı yoldan almıştır. Rahatlasın mı, huzursuz mu olsun? Hafız Yaşar’ın vicdanı misilleme mantığını kabule bir türlü yanaşmıyordu.
Şizofrenik bir durum. Bütün azınlık meselelerinde öyle.
Hafız Yaşar, 1967’den beri Cemaat evkaf idaresinin tayinli başkanıdır. Yönetim tarafından “başkan” olarak tanındığı halde, yeni vakıflar yasasıyla 1981’den itibaren evkaf idaresini ve evkaf çıkarlarını adalet önünde temsil yetkisi elinden alınmıştır. (Bu yetkinin kaldırılmasına, Yüksek Kurul adıyla Müftülükte toplanan azınlık ileri gelenleri tarafından yeni vakıflar yasası hakkında alınan bir kararı Yönetim bahane koşmuştur. Bir cezadır. Bu işin öyküsünü de bir yerde anlatmam gerekecek.) Cemaat idaresiz kalır.
Vakıf emlakinin kiraları denk ödenmemeye veya hiç ödenmemeye başlar. Mülkleri açık artırımla kiraya verme işlemleri yapılmaz, artışlar durur. Bazı vicdansızlar tarafından vakıf malları üzerinde çeşitli oyunlar oynanır. Bazıları yalnızca piyasa değerinden kat kat düşük kira ödemek veya hiç kira ödememekle kalmaz, ellerinde bulundurdukları vakıfları tapulu mallarıymış gibi kullanır, onlara istedikleri şekilde müdahaleler yapar, başkalarına kiralar, üzerinden para kazanırlar. Kiralamış oldukları vakıfları satmaya kalkanlar bile çıkar.
Bir 10 yıla yakın süren karışıklık. Komotini Belediyesi bile bu karışıklığı fırsat bilir ve Kırmahalle Camiinin tek vakfı olan Çayüstü’ndeki 5 dönümlük arsayı işgal eder.
Cemaat gelirleri dikey bir düşüş gösterir. Okul ve camileri onarmak için para yoktur. Din görevlilerine ve öğretmenlere o yetersiz maaşları bile ödenemez olur. Bu süre içinde Cemaat vakıflar teşkilatının kayıbı yüz milyonları bulur. Vakıfların perişanlığı Azınlığın halinin bir aynasıdır...
Yeni vakıflar yasasının öngördüğü yaptırım uygulanınca, Cemaat idaresinin ve idarenin başkanı Hafız Yaşar’ın hiçbir fonksiyonu kalmamıştı. Seneler 1981. Ama Hafız Yaşar’ın Cemaat başkanlığından uzaklaşmasını ne Yunan Yönetimi ne de Türk Yönetimi istiyordu.
-İstifa etmeye her an hazır olduğumu Ötesi’ne çoktan bildirdim. Hayır dediler, bekle. Ben de işaret bekliyorum.
Bana böyle diyordu. Ama aslında Cemaat başkanlığından çekilmeye hiç te gönlü razı olmuyordu. Ömrünün yarısı evkaf idareciliğiyle geçmişti. Gümülcine evkaf idaresine başkan olarak tayin edildiği diktatörlük döneminde o zor koşullarda vakıfları derleyip toplamış, onarmış, yenilerini inşa ettirmiş ve dürüst, denetime açık, şeffaf idarecilik örneği vermişti. Eline yetki geçince, o zamana kadar kanlı bıçaklı olduğu Kemalist kesimle çatışmayı durdurmuş ve barışma yolları aramıştı. Gümülcine’de ve genel olarak tüm Azınlıkta İslamî ve laik olarak ikiye bölünmüş azınlık eğitimine aradaki çelişkileri yumuşatarak üniter bir karakter vermeye çalışmış ve bunu sessiz sedasız başarmıştı.
Vakıfları düzene sokmak için verdiği bunca uğraşın, Yönetimin son dönemde aldığı önlemlerle ve yarattığı karışıklıkla boşa gittiğini görüyordu. Onları bu haliyele bırakmaya gönlü razı olmuyordu. Hafız Yaşar, vakıflar konusunda misillemeli yeni bir Yunan-Türk sürtüşmesinin doğmasından korkuyordu. Husursuzluğunu birkaç kez bana şöyle dile getirmişti:
-Ben bunların ne yapmak istediklerine bir türlü akıl erdiremiyorum. Vakıfların üstüne böylesine varmak niye? İdaresiz bırakmak? Baltalamak? Bu perişanlık? Hiç mi düşünemiyorlar? Türkiye ile sürtüşmeye girmemeleri gereken bir mesele varsa, o da vakıflar meselesidir. Sen yaparsan ben de yaparım diye bir hırgür başlamak üzere. Bu işin sonunda kimin zararlı çıkacağı belli. O halde bu yanlış politikada niye diretirler, benim aklım almıyor. Laftan da anlamıyorlar. Bizim daha fark edemediğimiz bir plan mı tatbik ediyorlar, bilemiyorum. Fakat herhalükarda biz kendi vakıflarımızı müdafaa etmekle mükellefiz. İki devlet arasında olup bitenlere karışamayız, karışmaya gücümüz yetmez. Bizi karıştırmalarına da müsaade etmemeliyiz. Tabiî işler o noktaya gelince seni kim dinler ama. Bana göre Bura’da Müslüman vakıflarının göreceği zararla Öte’de Rum vakıflarının göreceği zararı karşılaştırmak, zira böyle hesap yapanlar var, Azınlık için hem hatalı, hem tehlikeli, hem de gayri ahlakî bir mantıktır. Başkaları böyle hesaplar yapabilir, biz yapmamalıyız...
Dışişleri Bakanı Dora Bakoyanni’nin Trakya’yı ziyaretinin ve vakıflar konusunda ilan ettiği vaadlerin tarihi üzerinden bir yıla yakın bir zaman geçti. Bunlar arasında vakıf borçlarının bağışlanmış ve vakıflardan gelir vergisinin kaldırılmış olması gerçekte pek önemsenecek şeyler değil. Zira ilgili uygulamalar, hukuk devleti çerçevesinin dışında hareket eden kabul edilmez bir misilleme mantığının ürünleriydi. Kaldırıldı diye Azınlığın teşekkür etmesini beklemesin şimdi Yönetim. Burada uygun düşen, Yönetimin Azınlıktan özür dilemesidir.
Önemli olan, çıkarılacağı ilan edilen yeni vakıflar yasası ve buna göre yapılacağı vaadedilen vakıf seçimleri. O vakıf seçimleri ki, 1974 siyasî değişikliğinden bu yana yasada hep öngörüldüğü halde 30 yıldan çok bir süredir bir türlü yapılmamaktadır, Yönetim temsilcilerinin Azınlıktan söz açılınca her defasında atıfta bulundukları hukuk devletinin kalitesini göstererek.
Genel seçimler ilan edilmezden önceki bir açıklamasında milletvekili İlhan Ahmet, yeni vakıflar yasasının Meclise sunulmaya hazır olduğunu bildiriyordu. Sonra araya seçimler girince iş aksadı. Yeniden iktidara gelen YD olduğuna göre, geçen dönemden hazır olan yasanın normal olarak pek yakında Meclisten geçmesi ve geçer geçmez de yasadaki düzenlemelere göre vakıf seçimlerinin ilan edilmesi bekleniyor. Normal olarak. Çünkü Azınlık için hiçbir şeyin normal çalışmadığını her zaman hatırlamak gerek.
Yeni yasadaki düzenlemeler nedir, bilmiyoruz. Tasarının elden ele dolaştığını öğreniyoruz, bizde yok. Bir Allahın kulu çıkıp ta Azınlıkça’ya bir kopyesini göndermedi. Ve gariptir, kimseden bir ses çıkmıyor. Bu sessizlik, yasanın uygundur olarak nitelendirildiği şeklinde yorumlanabilir. Tabiî, uygundur hükmüne katılanlar arasında en başta Koca Kapı’yı saymak gerek. Çünkü sistem böyle.

Not: Yukarıdaki yazı, tam iki buçuk ay önce kaleme alındı, Azınlıkça çıkmadığı için yayımlanmadı. Aradan geçen zaman içinde konuyla ilgili yeni gelişmelere uyumlamadan bu sayıda aynen yayımlıyoruz. Bu gelişmeleri şöyle özetleyebiliriz:
Vakıflar yasa tasarısı Meclise sunuldu (7.12.07). Meclise sunulacağı birkaç gün öncesinden ilan edilmişti, olayın Babacan’ın ziyaretine rastgelmesi (3-5.12.07) Türk tarafına bir jest olarak nitelendirildi ve şahinler tarafından eleştirildi. Basında konunun Bakoyanni ile Babacan arasında görüşüldüğü de yazıldı. Nitekim Babacan, Gümülcine ziyaretinde vakıflar sorunundan söz etti ve vakıf seçimlerinin ilan edileceğini bir de o müjdeledi (5.12.07). Bütün bunlardan dolaylı olarak çıkan sonuç, Koca Kapı’nın tasarıya sıcak baktığı idi.
YD ve PASOK partileri tasarı üzerinde konuşacak milletvekillerinin isimlerini saptadılar. Daha sonra bu isimler değiştirildi, yenileri gösterildi. PASOK’un da tasarıya onay verdiği söyleniyordu. Meclis İçişleri Komisyonundaki görüşme (11.12.07) yeni yıla ertelendi (15.1.08).
Altı aydır elden ele dolaşan, ama pek az kişinin okuduğu, daha az kişinin de üzerinde düşündüğü ve kimsenin bir yazıyla yorumlamadığı tasarıyı tartışmak üzere “Danışma Kurulu” toplandı (9.1.08), ancak alışılmışın tersine bu kez bir açıklama çıkarmadı, ne evet ne hayır. Bu sessizlik Koca Kapı’nın da tavrını yansıtıyor olarak yorumlandı.
“Gladyatör” Abdulhalim Dede, gazetesi Trakya’nın Sesi’nde tasarıyı kabul edilemez olarak niteledi ve kendine göre madde madde olumsuzluklarını ve kurnazlıklarını gösterdi (13.12.07).
“Yarı resmî” gazetemiz Gündem, “Danışma Kurulu” toplantısı münasebetiyle ilk kez konuya yer verdi (14.12.07), pek geniş. Bu sayıda uzun uzun yapılan yorum ve söyleşilerin ortak paydası “evet, AMA” idi. Bu vurgulu “ama” sanki vaziyeti kurtarmak için söyleniyordu. Hacıosman’ın, Mandacı’nın, İbrahim Şerif’in, Ahmet Mete’nin ve İlhan Ahmet’in değişik demeçlerinin benzerliği, “tasarının düzeltilecek yönleri var” olarak biçimleniyordu. Tabiî, en mükemmel tasarının bile düzeltilecek yönleri bulunabilirdi.
Danışma Kurulundan sonra Hacıosman ve Mandacı, tasarının düzeltilecek yönleri olduğunu partileri PASOK’a, İlhan Ahmet te Yeni Demokrasi’ye bildirmeye koştular. Hacıosman daha önce bu tasarıya PASOK’un da onay verdiği söylentisinin doğru olup olmadığını parti yetkililerine sormuş ve şu yanıtı almıştı: [(alabilirdi): “AK Parti onay verdikten sonra bize ne kalmış!”] “Doğru değil, bize hiç sorulmadı, tasarı Yeni Demokrasi’nin ürünü.”
Yunanistan’da antiazınlıkçı milliyetçi cepheden tasarı aleyhinde tepkiler gelmeye başlamıştı. Bunun üzerine Azınlıkça’da yazar arkadaşımız Çiçelikis’in Elefterotipia gazetesinde “Virüsler” sayfasında yeni yasayı yorumlayan bir söyleşisi yayımlandı (4.1.08).
Son olarak ta BTAYTD’den Başbakan Karamanlis’e hitaben (!) tasarı hakkında Derneğin taleplerini dile getiren bir mektup yazmasını istediler. Yönetimin ilgili mesajını İlhan Ahmet iletti. Bu mektubu, isterseniz, Derneğin Danışma kurulunu aştığı ilk hareketi ve “isyanı” olarak değerlendirebilirsiniz.
Bu arada, Hacıosman’ın bir soru önergesine verilen yanıttan, silindi diye ilan edilen vakıf borçlarının hâlâ silinmemiş olduğu öğrenildi.
Vakıflar yasasına yeniden döneceğiz.
Biz burada ilkesel yeni bir görüş dile getirmek istiyoruz. Müslüman Cemaat vakıflarının yönetimiyle ilgili genel ilkeler 1913 Atina ve 1923 Lozan Anlaşmalarında var ve bunlar yeterlidir. Oradan öte ayrıntıları düzenlemek için özel yasa çıkarmaya ve Yönetimi müdahil etmeye gerek yok. Bunlar, yasayla değil, azınlık kurumlarınca hazırlanan İçtüzükle düzenlenmelidir. Kilise İçtüzükle yönetilmektedir, Müslüman kurumlarının da İçtüzükle yönetme zamanı gelmiştir, yurttaşlar toplumu ve ademimerkeziyetçilik anlayışının gerektirdiği de budur. Merkezî yasa değil, bölgesel İçtüzük!